Self Translation*



Pek az kişi doğduğu yerde kalıyor, artık herkes mobil , sehirler arası olduğu kadar ülkeler arası da geziyor, görüyor ve göç ediyor. Türkiye’de doğuyor, İngiltere’de okuyor, Almanya’da çalışıyor ve Tayland’da tatil yapıyor. Bu örnek hayal ürünü olmakla birlikte aslında bir o kadar da muhtemel, hatta sıradan. Artık  günümüzde iç içe geçmiş kültürleri bir arada yaşıyoruz. Bu şekilde ifade edince kulağa çok güzel geliyor, ama bu bilinçli olarak tercih edilmiş bir  gezginlik halinden kaynaklı... Bir de zorunluluktan doğan gezicilik, yersizlik hali var ki, işte o durumda insan iç içe geçen kültürlerden yaşamlardan o kadar da rahat bahsedemiyor. Aradaki mesafelerin daha da arttığı birbirine dokunmamak için çabalayan hayatlar, dolayısıyla farklılıklar dile geliyor. Kültür dediğimiz kavram, farklılığa dönüşüyor.

Bireylerin göçme sebepleri çeşitli olabilir, ekonomik, siyasi, yaşam ve ölüm arasında tercih... Giderken yanına aldığı şey ise kendisi, yani olduğu ķişi… Bireyin kendisi doğumundan itibaren tüm yaşadıkları ve çevresince şekillenmiş durumda. Oysa bulunduğu, yerleştiği ya da sadece geçtiği her yeni mekan da bu kişiliği modellendiriyor. Bu sayede aşırı uçlar zaman zaman törpülenirken, zaman zaman da keskinleştiriliyor.

Kişinin geldiği yeni mekan, çevre onu ne kadar kabul ediyor, kişi bu mekanın gereksinimlerine ne kadar uyuyor…

Her ne sebeple olursa olsun, göç etme durumu beraberinde farklı kültürlerle teması getirir. Bu temasta dilin de ayrı bir yeri var. Dil tek diyalog biçimi olmamakla birlikte, diğer kültürü anlamaya yardımcı olur. Anadili dışındaki dilleri kullanan birey artık kendisini bu dillerde de yaşamaya başlar. Kendini en iyi ana dilinde yaşarken, kullanmaya başladığı ikinci dil ona farklı bir kişilik verebilir. Zaten konuşulan her dil farklı bir kişilik katmaz mı bireye? İnsan kendine ait olan dilde en güvenli benliğini yaşarken, iyi konuşabildiği başka bir dilde güvensiz olabilir. Kendi dilinde şiirler yazıp, kelimelerle oynarken, diğer dilde cümlelerini duygusuzca formüle edebilir.

Dil kültürün sadece bir öğesi, birbiriyle kesişen kültürlerde daha neler neler yaşanır? Bir Türk olarak, Almanya’da bir Fransızla birlikte yaşarken birbirinden tamamen farklı üç kültürü harmalayıp, her kültürün kendisine güzel ya da pratik gelen tarafını alabilir insan. Ama burada gene bir külürün içinden gelip, diğerlerini bilinçli olarak görme ve algılama hali var. Peki ya tam da bu üç farklı kültürün içinde yetişen bireyler ne yapıyor? Çünkü onlar hibrit bir kültürün içinde yetişiyor. Tek dil, tek memleket ya da tek milliyet gibi kavramların hiç bir anlamı kalmıyor. Hangi dil, hangi memleket? Hepsi de bu hibrit kültüre ait. Üç dil, üç memleket, üç milliyet de bu kültüre ait. Bu bireyin yaşadığı ise kendi kültürü… Bizim hibrit olarak adlandırdığımız bu kültür tek ve kendine özgü. Giderek bu tür yetişen bireyler artıyor. Hiç bir kavram olduğu yerde kalmıyor, o ya da bu yöne ilerliyor. Bu tarz kendine özgü bilgi birikimleri bireysel kültürü daha da ön plana çıkarıyor. Biz de genel olarak bunu bireysel farklılıklar olarak isimlendiriyoruz.

Bir yanda bireysellik bu kadar önem kazanırken, diğer yandan da evrenselleşme ve banalleşme de artıyor. Daha önce dünyanın sadece bir adasında yenen ‘suşi’ artık tüm dünyada zevkle yenen, sıradan bir öğün haline gelip, banalleşiyor. Kısacası daha özel olduğumuzu düşünüp daha da sıradanlaşıyoruz.

Tüm bu gelişmeleri yaşarken birey kendini ifade etme çabasından hiç bir şey kaybetmiyor. Sonuçta insan denen mahluk sosyal bir canlı, diğerleri tarafından anlaşılmak ise en büyük tutkusu. Bu çaba içersinde kendini o dilden bu dile çevirip duruyor.
Kuratörlüğünü Özlem Çengel Götzelt’in üstlendiği ‘Self-Translation’ sergisi bu konuyu ele alıp yorumluyor. Sergide yer alan yedi sanatçı bu birbirinden hem farklı hem de aynı olma durumunu dile getiriyor. Kendini bir dilden ötekine çeviriyor, (tabii ki burada bahsedilen sadece konuşulan dil değil, bireylerin kendilerini ifade ettikleri tüm araçlar) böylece her dil anlatana ve anlatılana göre yeni bir anlam kazanıyor.

Silvina Der Meguerditchian, "Crochet for Memory" video çalışmasında tarihin içinden unutulmak üzere olan fotoğrafları çıkarıp, onları bugün ve burada birbirlerine dantelle birleştiriyor. Sanatçı atölyesine davet ettiği arkadaşları ve komşuları ile geçmişin içinden gelen bu anıları yeniden dillendiriyor. Birbirinden çok farklı ķültürlere sahip, birbirleriyle o gün tanışan insanların ortak bir niyet ile kollektif olarak gerçekleştirdikleri bir eylem. Geçmişin anılarını yeniden hatırlamak, onları birbirine işlemek ve yeni bir anı yaratmak.

Funda Özgünaydın "Displacement of a cultural self portrait III" çalışmasında R.W. Fassbinder'in 1969 yapımı ‘Katzelmacher’ filminden aldığı bir dakika on sekiz saniyelik sahneye kendisini montajlıyor. Oldukça durgun geçen sahnede, sanatçı kendini ait olmadığı bu mekana yerleştirerek, karakterler arasındaki absürt diyaloğa tanık oluyor. Aslında ait olmadığını düşündüğümüz bu yere tam oturuyor Özgünaydın. Almanya doğumlu Türkiye kökenli ve İngiltere eğitimli hibrit kültürü ile bu sahnenin bir parçası. (‘Katzelmacher’ zaten Almanya’ya çalışmak için gelmiş yabancı kökenli, özellikle de Akdeniz ülkelerinden gelenler için kullanılan bir küfür.) Yönetmenin sabit kamerasının karşısında, bir o kadar durağan geçen anlamsız diyalogdan çıkan sonuç, sahnedeki grubun içinde yabancıların pek de sevilmediği. Bu dışlanma ya da nefrete rağmen sanatçı tüm yabancılığıyla kendini gruba dahil etmiş durumda. O da bu sahnenin bir parçası.

Kınay Olcaytu kolajları ile günümüzde dahi karşılaştığımız oryantalist kafalara kendi oksidentalist yaklaşımıyla karşılık veriyor. Sanatçı kendi doğululuğu ile batılının doğuya bakışını ona geri sunuyor. Zied Hadhri, topladığı eski vesikalık fotoğrafları gittiği ülkelere yanında taşıyıp, her birini bulunduğu ortamda yeniden biçimlendirerek, onlara yeni kimlikler kazandırıyor. Yüzleri kahve, şarap, toprak ya da başka gündelik nesnelerle kolajlanan bu insanları tanımak imkansız. Gene de her biri hem kendi oldukları kimliklerini hem de sanatçının müdahalesi ile oluşan kimliklerini üzerinde taşıyor. Tıpkı sürgüne gitmiş insanlar gibi, hem oldukları benlikleri, hem de kendi istemleri dışında yapılan müdehaleler ile kazandırılmış kimlikleriyle birlikte varlıklarını sürdürüyorlar.

Sanatın da kendine ait bir dili var, sanatçı ise kendi dilini bu dile çevirebilen kişi. Kişi kendini tercüme ederken, cümleleri hislerini ne kadar ifade edebilir. Hadhri’nin ‘Interpretation of exile’ videosundan bir cümle: ‘Sanatın iletişimsel bir  işlevi yok, sanat bulaşıcı...’

(Self Translation sergisi, 23 – 24 Eylül tarihlerinde,  GlogauAIR’ın açık atölye etkinliğiyle eş zamanlı olarak izleyiciye sunuldu. Sergiye katılan sanatçılar:  Mehtap Baydu, Canan Çengel, Zied Hadhri, Silvina Der Meguerditchian, Kınay Olcaytu, Funda Özgünaydın, Aykan Safoğlu. Serginin kuratörü: Özlem Çengel-Götzelt.)

*Avrupa Kültürün 8. sayısında yayınlanmıştır. (https://issuu.com/aypa/docs/avrupa-kultur-08)

GlogauAIR: http://glogauair.net/openstudios/2016-09/

Comments

Popular Posts