Çirkinliğin Kültürel Tarihi


Avrupa Kültür dergisinin ilk sayısında çıkan yazım:




Çirkinlik, Kültürel bir Tarih (Ugliness, A cultural History)[1]
Gretchen E. Henderson

Çirkin insan, çirkin bina, çirkin şehir, çirkin oyun, çirkin politika, çirkin politikacı, çirkin sanat, çirkin yemek, çirkin koku, çirkin cadı, çirkin dev vs. vs...

Çirkin de tıpkı güzel gibi hayatımızın içinde ve her yerde; 'Aman ne güzel!' dediğimiz gibi, 'Aman ne çirkin!' diyoruz. Sevmediğimiz, bizi rahatsız eden herşey çirkin. Bu şekilde ele alınca, çirkin kavramı oldukça banal. Oysa 'çirkin' kavram olarak bundan daha fazlasını içeriyor.

Her ne kadar güzellik, her daim aranan ve özlenen bir nitelik olsa da, son zamanlarda çirkinlik de farklı alanlarda değer kazanan bir kavram oldu. 

Gretchen E. Henderson, “Ugliness, A cultural History” (Çirkinlik, Kültürel bir Tarih) adlı kitabında çirkinin farklı dönemlerde farklı kültürlere bağlı olarak değişen anlamını inceliyor. Yazarın amacı çirkin ile eş anlamlı kelimeleri ele alarak terimin 'korkunç ve ürkütücü' anlamının etimolojik kökenlerine inerken, kültürel tarih içersinden sunduğu örnekler ile kavram hakkında okuyucuya bir çerçeve sunmak.

En basit anlamda, Antik dönemde tanımlanan çirkin ile 18. yy'da tanımlanan çirkin birbirinden farklıyken, günümüzde kullandığımız çirkin kavramı da 18. yy'da kullanılandan farklı, hatta günümüz de çirkin pozatif çağrışımlar dahi içerebiliyor. Kültürel tarih içersinde çirkin terimi kendini dönüştürürken, karşıtı kabul edilen güzel ile daha farklı bir ilişki içine girerek, birbirlerini tamamlar hale gelmiş durumdalar. Güzellik ve çirkinlik karşıt kavramlar olmak yerine, birbirinin çekim alanındaki iki yıldız gibi, hem birbirlerinin hem de kendi eksenlerinin etrafında dönüp duruyorlar. Her ikisi de diğerinin etkisi altında kendi varlığını (anlamını) şekillendiriyor.

Henderson'da, Umberto Eco[2] gibi, güzelliğin sıkıcı çirkinliğin ise çok daha eğlenceli olduğunu belirtiyor. Güzellik hep aynı sınırlı normlar içersinde betimlenirken, çirkin sınırsızlığı ile oldukça yaratıcı ve sonsuz bir çeşitlilik vaadediyor, çirkin her an her yerde olabilir.

Elbetteki yazarın amacı, çirkini güzele ya da güzeli çirkine dönüştürmek değil, bununla birlikte her iki terim de ne siyah ne de beyaz, her ikisinin de gri alanları var. Hepimizin kabul edebileceği gibi, çirkinlik de güzellik de göreceli kavramlar, içinde yaşanan döneme, kültüre, alınan eğitime ve hatta yaşanmışlıklara göre değişiklik gösterebilirler. Henderson'ın amacı da bu göreliliği vurgulamak. Yazar çirkinin sınırsızlığı içersinde, kitabının sınırlarını tekil çirkin örneklerden başlayarak, daha sonra gruplara ve oradan da duyulara doğru belirliyor. En sonunda da, kendi ve öteki arasındaki sınırları kaldıran bir inceleme sunuyor. Buradaki amaç biraz da kavramın tarihsel bir arkeolojisini yapmak.

Yazar tekil örneklerden bahsettiği kitabın ilk bölümünde, özellikle mitoloji ve efsanelerdeki insan hayvan hibritleri üzerinde duruyor. Mitoloji ve felsefe çirkin için, insandan daha aşağıda olduğu varsayılan yaratıkların yer aldığı bir hiyerarşi belirliyor. Gene de antik dönemde çirkinlik, kelimenin etimolojisine bakıldığında, fiziksellikten daha çok korku ve dehşet duygularına bağlı olarak belirleniyor. Bunun birlikte, Antik Mısır'da ise bu tarz insan hayvan karışımları tanrısal olarak kabul edilirken, negatif göndermelere de sahip.
Ortaçağ'da ise çirkinlik teması ile ilgili, özellikle destanlarda görülen dönüşüm ve metamorfoz ön plana çıkıyor. Daha sonraki dönemde işin içine ahlak giriyor, hatta öyleki, güzellik ve çirkinlik iyi ve kötü ahlakın vücutsal yansıması olarak kabul ediliyor.  Çirkinlik ve ucubelik her daim bir arada kullanılsa da, Henderson özellikle 18. yy'da çirkinlik ve sakatlık (deformasyon) kavramlarının birlikte kullanıldığını ve 19. yy'da da çirkinlik ve anormalliğin eşanlamlı hale geldiğini belirtiyor. Bu arada Viktorya döneminde, başta etnik olmak üzere, ender görülen farklılıkların segilendiği ucube gösterilerinde (freak shows) bir artış görülüyor. Özellikle sirk, galeri ve müzelerde sunulan gösteriler gene eski bir olguyu 'insan hayvan karışımı' ucubeleri, normal insanların karşısına getiriyor. Bir taraftan ucube olarak doğan bu insanların kitlelere sunumu varken, diğer bir örnek günümüzden bir sanatçının kendisini kitleler önünde ucubeleştirmesi: Fransız sanatçı ORLAN, bir dizi estetik operasyon ile yüzünü kasten çirkinleştirip, kendini ucubeleştiriyor. Kitabın bu ilk bölümü daha çok dış görünüş ile belirlenen çirkin üzerine, bununla birlikte kültürel farklılıklar ve korku üzerinden belirlenen bir çirkinlik kavramı bu. Tabii bir de normallik olgusunun sorgulanması var, farklı olan doğrudan anormal kabul ediliyor.
Kitabın ikinci bölümü çirkin gruplar üzerine. Buradaki örnekler daha genel. İkinci bölümün amacı kültürel pratiklerde çirkin grupları resmileştiren terimlerin incelenmesi. Yazar bu bölümde bilhassa çirkin grupların meşrulaştırılması ya da itibarsızlaştırılması üzerinde duruyor, aslında her iki durumda da çirkine bir değer atfediliyor. Öncelikle grup tanımlamaları ile çirkinliğin sınırlandırılması söz konusu. Yazarın ele aldığı ilk grup canavarlar, aslında çirkinlik bu grup ile özdeşleşmiş. Özellikle farklı kültürler ya da ideolojiler ile çatışmalar yaşandığında, öteki her zaman canavarlaştırılıyor. Aslında buradaki durumu tetikleyen sadece korku değil, aynı zamanda ötekine duyulan merak, ilgi ve hayranlığın bir arada kendini göstermesi. Öteki grubun canavarlaştırılması içersinde hayranlık ve merak daha baskın. Tıpkı Avrupalı gezginlerin Hint tanrılarına karşı duydukları ilgi ve merak gibi.
Sınırlanan çirkinliğin daha sonra sömürgeleştirilmesi geliyor. Farklı kültürel özellikler ve pratikler çirkinliğin normu olarak kabul ediliyor, bu tanım korku ve güvensizlik duygusu ile alakalı. Elbetteki burada çirkin tanımı sömürgeleştirene ait. Ardından yazar askeri çirkinlikten bahsediyor. 1. Dünya savaşı sırasında, bedensel yaralı askerler için, şehirlerden uzakta (toplum ile mümkün olduğunca az temasta bulunulacak yerlerde) özel hastaneler türüyor. Hastanelerin amacı bedensel deformasyona uğrayan askerlerin, dış görünüşleri ile toplumu rahatsız etmeden varlıklarını sürdürmeleri ve estetik ameliyatlarla, özellikle yüzlerinde meydana gelen deformasyonlarının mümkün olduğunca hafifletilmesi. Her ne kadar bu askerlere toplumda saygı duyuluyorsa da, rahatsız edici görünümleri yüzünden toplumdan dışlanıyorlar.
Gruplar üzerinden ele alınan çirkinde de fiziksellik ve normallik tanımlamaları ön plana çıkıyor. Normallik gene içinde yaşanılan kültür ve topluluk üzerinden tanımlanıyor, normalin dışında olan ise korku veriyor. Belki de insanın korkusu kendini ait hissettiği grubun dışına itilmek. Bu korku ile birlikte kendi grubuna ait olmayanı dışlıyor, aforoz ediyor.

Kitabın temel konusu insanın kendisi aslında. İlk iki bölüm insanın tutum ve yargıları ile belirlenen çirkin kavramını incelerken, üçüncü bölüm insanın bedensel duyuları ile belirlenen çirkinliği ele alıyor. İnsan görme, duyma, tatma, koklama ve dokunma duyularıyla çirkinliği kendi kültürü içinde öğrenir, bu öğrenilmişlikleriyle de kendi tanımlarını belirler. Kısacası beden kendi bilgisini oluşturur.
Bilgiyi oluşturan ilk ve en önemli duyu görmedir, hatta görmek inanmaktır. Fotograf bile iktidarını bu mit üzerinden güçlendirir. Duyusal ve duygusal anlamda pek çok şeyi görme duyusu belirler. Görme duyusu hem kültürel hem kişisel açıdan farklılık yaratır, kararları belirler. Çirkin görünümlü kişi, güzel görünümlü kişiden daha az itibar görür. Diğer bir duyu ise duyma: insan vücudu pek çok sesin ve aynı zamanda çirkin sesin de (geğirmek, kusmak, çığlık atmak, kemirmek, vs.) kaynağıdır. Tuhaf bir şekilde ilk olarak rahatsız edici, kötü ve çirkin olarak nitelendirilen müzik türleri zamanla birer klasiğe dönüşebilir. Bunun en bariz örnekleri jazz ve rock and roll'dur. Bu anlamda duyma duyusu çirkin kavramına oldukça pozatif bir alan açar. Tabii sesin kaydedilerek tekrar tekrar dinlenebilmesi olasılığını göz ardı etmemek gerekir, kulak sürekli duyduğu bir sese karşı algısını değiştirebilir. Yani aynı ses bir süre sonra rahatsız edici özelliğini kaybedebilir. Aynı şey daha geçici olan koku için geçerli değildir.
Koku algı hiyerarşisinde daha aşağıda yer alan bir duyu. Vücut pek çok kötü ses ürettiği gibi, pek çok kötü koku da üretiyor. 18. yy Fransa'sında kokmak kesinlikle olumsuz bir durum değildi. Hatta doktorlar hastalarına vücutlarından çıkan kokuya göre teşhis koyarlardı. Fransız devriminden sonra durum değişti. Hijyen modern hayatın bir olgusu haline geldi.  Hatta öyleki koku ve tehlike eşanlamlı hale geldi. Günümüzde kokuların nötr olduğu alanlar polisler tarafından daha az kontrol edilir. Çünkü koku ve güvenlik arasında bir bağlantı kurulur.
Tat duyusuna gelince, duyular arasında kültüre en bağlı olan duyu tattır. Farklı kültürlerin mutfaklarında, diğerleri için iğrenç ya da dayanılamaz olarak nitelendirilecek pek çok yemek türü var. Ne var ki doğal kaynakların giderek azalması durumu, günümüz topluluklarında belki de gelecekteki tek besin kaynağının böcekler olacağı fikrini güçlendiriyor. Diğer taraftan eğlence sektöründe 'Fear Factor' gibi programlarla, izleyiciyi şok içinde bırakarak, iğrenme duygusunu kullanan çirkin tatlar sermayeleştiriliyor. Halbuki yediğimiz şeyler aslında tamamen kültürel, kesinlikle doğal değil. Bizim için çirkin tatların belirlenmesi kesinlikle alışkanlık. Çirkin tadın temelinde ise tamamen modern bir korku var, insanın tüketiebilir organik yapısı. İnsan vücudunun toprak altında ya da üstünde çürümesi ya da tüketilmesi, modern insanın temel korkusu. Dokumna ise tüm duyular arasında çirkin ve suçlu olma potansiyeli en yüksek olan duyu. Duyularda da çirkinin belirlenmesinde korku ve kültür faktörü yeniden kendini gösteriyor.

Henderson çirkinliği ele alırken onu neredeyse sadece kültürel bazda inceliyor. Bu anlamda kitap çirkinlik gibi kendi içinde sınırsız imkanlar sunan bir kavramı inceleme konusunda zayıf gibi görünmekle birlikte, ki aslında öyle, yazarın sonuç bölümünde kendi eserini aynı kavram altında değerlendirmesi ve yaptığı özeleştiri ile farklı bir boyuta giriyor. Yazar kitabına yapılabilecek bu eleştirinin tam olarak farkında, fakat onun da belirttiği gibi, çirkinlik gibi geniş bir kavramın her yönüyle ele alınıp incelenmesi mümkün değil. Henderson'ın amacı ise okuyucunun kendi çirkin kavramını mercek altına alması, hatta onu deşip altında yatan tüm yargıları yüzeye çıkarması. Bu açıdan bakıldığında Henderson, verdiği örnekler ve kurduğu bağlantılar ile amacına ulaşıyor.

Çirkinlik ve güzellik her ikiside oldukça göreceli kavramlar, toplum ve kültür tarafından belirlenmekle birlikte, kişisel gelişim ile farklılaştırılıp dönüştürülebilir. Hele ki günümüzde, çirkin neredeyse tüm alanlarda kendine daha güçlü bir yer edinmekte, fakat bunu yaparken kendi tanımını da dönüştürmekte. Çirkin güzelin yerini almıyor, ama çirkin ve güzel arasındaki ilişki dönüşüyor, birbirlerini tamamlayan bir çift  haline geliyor. Çirkine ait herşey güzele müdahil olurken, güzel olan herşey de çirkinin içine giriyor.





[1]    Henderson, Gretchen E.,Ugliness A Cultural History, Reaktion Books, London, 2015.
[2]    Eco, Umberto, On Ugliness, Rizzoli, New York, 2007. 


http://issuu.com/aypa/docs/avrupa-kultur-01_bdda62e357924e?e=0/34133583

Comments

Popular Posts